Karadeniz

BAKSI’DAN POKUT’A, LAŞET’TEN DİSHARO’YA

RUH UÇURMA ROTASI

Gezimize ait video

Yazı: Nigün Yanık Emiroğlu

Fotoğraflar: Ramazan Emiroğlu

Video edit: Ramazan Emiroğlu

 

 

Not: Fotoğrafların bir kısmı cep telefonu ile çekilmiştir.

24 Ağustos 2019 Cumartesi, sabah 8
Erzurum havaaalanı bagaj bekleme bölümünde diğer yolcularla valizlerimizi bekliyoruz. Her şey sıradan. İstanbul yeni havaalanında koşarak yetiştiğimiz aktarmanın üzerinden üç saat geçmiş. Gece ikiden bu yana ayakta ve büyük çoğunlukla havadayız. Artık valizlerimizi alıp bir an önce kiraladığımız arabaya binmek ve Baksı’ya doğru yol almak istiyoruz. Ama… O görevli bize mi sesleniyor?
-Gelebilir misiniz, rapor tutmamız gerekiyor?
-Ne raporu?
Bizim İstanbul’da koşarak yetiştiğimiz uçağa valizlerimizi yetiştirememişler. THY’nin otomatik aktarması süreyi iyi belirleyememişti. Biz 6 kişi ve diğer yolculardan bazıları da aynı mağduriyeti yaşadı. Valizlerimiz bir sonraki gün sabah uçağıyla gönderilebilecekti. Biz ise Bayburt’a geçiyorduk. Sakin kalmaya çalıştık. Daha ilk andan bu güzel planın tadı kaçmayacaktı, hayır. Hepimiz bunun için üzerimize düşeni yaptık.
Dışarı çıktığımızda şoför Tuna bizi bekliyordu. İlk iş Erzurum’un kocaman semaverlerinde odun ateşinde demlenen çayı yudumlamak ve sokaktan aldığımız simit peynirle kahvaltı yapmak oldu. Ardından Bayburt’a doğru yola çıktık. Bayburt, Doğu Karadenizli olmasına rağmen karakteri çok farklı. Ağaçsız sapsarı bir vadi. Çoruh nehrinin aktığı köyler içinde, Bayraktar (eski adı Baksı) köyü. Ortasında buraya ait değilim ben diye bağıran bir mimariyle Baksı müzesi.

Hakkında onca şey duyduğum, okuduğum, belgesel filmini izlediğim (Baksı: Ütopyadan gerçeğe, Yönetmen:Bahriye Kabadayı) Avrupa Konseyi tarafından ‘yılın müzesi’ seçilen Baksı. Girişte bizi Hüsamettin Koçan’ın ‘kalmak ve gitmek’ isimli çalışması karşılıyor.

 

Eşyalarımızı konukevine bırakıp etrafı görmeye ve fotoğraflamaya başlıyoruz. İlk dikkat çeken şey boşluk. Sapsarı bir boşluk. Boşluğu sanatla doldurmak, hiçliği görünür kılmak… Ne yüce bir yürek!

Doğu Karadeniz’in ormanları, her yeri yeşile boyayan bitki örtüsünden burada eser yok. Bu sarı ufuk daha sonra uzun uzun gözümüzü dinlendirme molaları vermeye itiyor bizi. Kentte yaşadığımız üst üste binmiş binalar, arabalar, insanlar huzursuzluğu burada yok. Konukevinin geniş balkonunda sarı boşluğa bakıp çaylarımızı içerken hafifleyen ruhlarımız havalanıyor.

Köyün yerel lezzetlerini tadacağımız akşam yemeğinde bize sayın Hüsamettin Koçan, eşi Oya hanım ve müzede açılacak ‘aşina’ sergisinin hazırlıklarını yapan Şakir Gökçebağ eşlik ediyor. Samimi, esprili ve sözünü sakınmayan bir ev sahibi Hüsamettin bey. Baksı müzesini neden Bayburt’ta kurduğunu anlatıyor: ‘Orada doğdum. Babam gurbete giderdi. Aradan 50 yıl geçti, onların da babaları hala gurbette. Zamanla göçler oldu köyde yaşam değişti. Unutmalar kopuşlar oldu. Göçün ve gurbetin güzergahındaki kentler, sonsuz sayıdaki beklentiye yanıt üretmekten yorgun düştü. Kalabalık, kirli ve saldırgan oldu. İnsanın sesi sanat, belli merkezlerde sıkışmalar yaşıyor oysa. Entellektüel yaşam bu merkezlerdeki labirentlerden bir türlü uzaklaşamıyor. Ama merkeze olan akıntılar çoğaldıkça, sorunlar da giderek büyüyor.’


Hem ruhumuz hem midemiz beslenmiş kalktık masadan. Koçan, köye aynı zamanda iş alanı sağlamış, gençlerin İstanbul’dan dönerek burada üretmelerine yol açmış. Folklörün yaşatılması için  eğitimler düzenleniyor, sanat etkinlikleri yapılıyor. İyilik Baksı da kol geziyor ve bunu mutlu insanların yüzünde görüyorsunuz.  ‘Nuri Bilge Ceylan Baksı’da’ dönem sergisi ve müzedeki çağdaş sanat eserleri son derece sıradışı.

Aklımız Baksı’da kaldı. Bu ilham verici yere yine gelmek sözüyle ayrılıyoruz. Uzun bir yol bizi bekliyor, Çamlıhemşin’e gidiyoruz, Pokut yaylasına. Sarı arazi Zigana dağını tırmanırken arkamızda kalıyor, çam ormanlarına merhaba diyoruz. 2000 metreden deniz seviyesine inerek Rize’de Liman lokantasına oturuyoruz. Şanslıyız sabah saatlerinde biten kavurma Pazar günü olması nedeniyle fazla yapılmış. Kavurma, odun ateşinde döner, kuru fasulye, fasulye turşusu ve sütlaç buranın sipesiyalleri. Yola devam ediyoruz. Çinçiva köyünü geçip Pokut istikametine toprak yola girdiğimizde sorunlar başlıyor. Arabanın altı taşlara çarpıyor. Bir hasara yol açmamak için karar vermemiz gerekiyor, böyle devam mı edeceğiz yoksa yardım mı isteyeceğiz?
Kalacağımız Orion pansiyon‘nunsahibi Zafer bey imdadımıza yetişiyor. 12 kilometrelik yağmurlarla yıkanmış ve yıpranmış yolu kimimiz önde sıkışarak kimimiz kasada valizlerle yolculuk ederek alıyoruz. Pokut yolu tam bir macera! 12 km’yi bir saatte 30 km hızla gidebildik. Yayla sakinleri yolun yapılmasını özellikle istemiyor, kitle turizminden çok korkuyorlar. Tek tük gelen turistlerin piknik poşetlerini ortalık yerde bırakıp gitmelerini öfkeyle anlatıyorlar. O poşetler yayılan hayvanlarının midelerinden çıkıyor çünkü! Maalesef çoğu yaylada olduğu gibi burada da malı (hayvanı) olan tek tük kişi kalmış. Sabah sıcak süt içmek isteğimizi komşu Yaşar ustadan temin ederek karşılıyor pansiyonun sahibi Ayşe abla. Yaz olunca yaylaya hayvanlarına ot bulabilmek için çıkan Hemşin kültürü yerini, gelen turistlere konaklama sağlamaya bırakmış. Ağıldan, etrafta otlayan büyükbaştan çok, pansiyon var. Bu arada Ayşe ablanın yemekleri çok lezzetli ve çok bol.

Pokut hava durumunun çok sık değiştiği bir rakım. Bulut denizinde yüzerken birden hava açıyor. Vadiler, yamaçlar göz alabildiğine önünüzde. Aniden sis basıyor, kaybolabilecek derecede bu kez önünüzü göremiyorsunuz. Sabah erken saatte açık havayı değerlendirdik ve Zafer bey eşliğinde patika yoldan Sal yaylasına yürüdük. O ormanı çok iyi tanıyor, dönüşte çam sakızı topladı bize. Çam ağaçlarının dallarında dolaşan ışık fotoğrafçıları son derece tatmin etti.

Zilkale ve Polavit şelalesi gibi çok turistik yerleri pas geçtik. Öyle kalabalıktı ki…Şimşir ormanlarından geçerek Elevit yaylasına doğru yol aldık. Almanya’da yaşayan ve gündüz rakısında buluşan Hemşinlilerle sohbete daldık. Aralarından biri, dedikodu kültürünü eleştirmek için arabasına  ‘mış muş miş müş’ yazdırdığına dikkat çekti.

Çat köyünü görmek istedik ama öyle küçük ve merkezi olmayan bir yer ki, misafir sevmeyen bir köylüye de rastlayınca derhal ayrıldık.
Çamlıhemşin’in bir başka yaylasına Çiçekliyayla’ya gidiyoruz. Kale köyündeki kale-i bala pansiyonda kalacağız. Arabamızı yine aşağıda köy merkezine bırakıp pansiyon sahibi Orhan beyin pick-upına atlıyoruz. Kaçkar dağlarının başlangıcı sayılan Çiçekliyayla’ya çıktığımızda her yanımızı bulut sardı. Beyaz bir dumanın içinde kaybolduk. Yerel bir rehberle gezmek burda da büyük bir avantaj oldu. Sadece bu bölgede yaşayan ve araştırmalara konu olan çekirgeleri gördük.
Yaylaya çıkarken bir kısmımız yürümeyi tercih etti. Yanıbaşımızdan akan dereyi bırakıp Çamlık denen ormanın içine daldık. Çamların kökleriyle taşları tuttuğuna inanılıyor. Erozyonla böyle eğimlerde nasıl mücadele edilir görüyorsunuz. Gerçeküstü bir dünyada gibiyiz.

Sonraki gece Fırtına deresinin yanında yapılmış olan Yamantürk öğretmenevi‘nde konaklıyoruz. Bir öğretmenevinden çok daha fazlası burası. Adını büyük otel zincirlerinden biriyle değiştirseniz çok kolay kabul edilebilir derecede titiz, özenli, kaliteli bir hizmet anlayışı var. Gece boyu Fırtına’nın çağıldayan sesi kulaklarınızda uykuya dalmak büyük zevk. Kesinlikle deneyimlenmeli.

KRD 49

Fırtına vadisini geride bırakıp, Kamilet vadisine yol alıyoruz. Çifte köprüleri görüp arabayı park ettikten sonra Mençuna şelalesine zorlu bir yürüyüş parkuru bizi bekliyor. Yerler çamur ve kaygan. Dik yamaçları merdivenle aşıyoruz. Ormanın içinde kullandığımız patika yol için ayakkabı ve kıyafet seçimi önemli. Terlikle, elbiselerle gelen ziyaretçiler için üzülmemek elde değil. Yavaş tempo yarım saatlik bir yürüyüşün ödülü şelale oluyor. 92 metre yüksekten dökülen su, düşmemek için sürekli önüne bakarak yürüyen ve o  anda kafasını kaldıran bizleri, önce şaşırtıyor sonra değdi dedirtiyor.

Rotamız şimdi Macahel’i gösteriyor. Artvin merkeze uğramadan geçmek istemiyoruz. Tarih 30 Ağustos. Cuma hutbesinde hoca megafondan zaferi getiren atalarımız için dua ediyor. Artvin’in merkezine dağları tırmanarak virajları aşarak gidiliyor. Bir dönemeçte kapalı cezaevi tabelası görüyoruz. Hollandalı ressam Piet Mondrian’ın ‘kırmızı sarı ve mavili kompozisyon’ adlı doğadan esin alan, denge ve uyumu simgeleyen eseri cezaevi duvarında. Burası Artvin.

Artvin’de pestil ve yerel ürünler almak için girdiğimiz dükkan sahibi bizi ‘gavur İzmir’den eşkıya Artvin’e hoş geldiniz’ diye karşılıyor. Hep birlikte RES direnişçilerine selam ediyoruz.
Borçka’ya yol alırken Karagöl’ü görüyoruz. Ardından Macahel’e devam ediyoruz. Heyelanlı arazide çalışan iş makineleri nedeniyle yolda sık sık durduruluyoruz. Daha sonra Şavşat’taki Karagöl’ü de göreceğiz ve Borçka’dakinden küçük ama daha etkileyici olduğunu düşüneceğiz.

Maden köyünde öğle yemeği için mola verdik. Köyün girişine derenin üstüne asılmış ‘Doğanın talanına HES’çilerin yalanına izin vermeyeceğiz’ pankartı karşıladı bizi. Köylülerin hayvanları için kışlık ot saman yığma zamanıydı artık. Birkaç evde hummalı bir çalışma vardı. Hayvancılıkla geçinen bir aile ile dertleştik. Hayvan bakmanın ekonomik olarak onları çok zorladığını, giderlerini karşılayamadıklarını dile getirdiler. Anadolu’nun her yeri yangın yeri değil mi? Hangi çiftçiye dokunsanız dert aynı dert!
Yemek için Havva Bulgur’un  pansiyonunu önerdi oralılar. Yerini tesadüfen ve zor bulduk. Kızı, annesi ve kendi üç nesil evlerini pansiyona çevirmişler iki ay önce. Turizm işi yapmak babasıyla kurduğu bir hayal Havva hanımın. Babası ölünce onun hayalini gerçekleştirmek ona nasip olmuş. Evde pişen ne varsa koydu sofraya. Kaymaklı  mısır gevreği ve ev yoğurdu bizi bizden aldı.

Zorlu Macahel köylerine doğru yola çıkıyoruz. Macahel müslüman Gürcülerin yaşadığı, sınırın ötesindeki hristiyan Gürcülerle akraba oduğu yer. Rakım 2000 mt. Efeler köyünde, Fehmi beyin aile pansiyonunu arıyoruz. Taşlı, zorlu toprak yolları tırmanarak Dedaena pansiyona varıyoruz. Dedaena Gürcüce anadil demek. Varangelle valizlerimiz aşağıya taşınıyor. Çam ormanlarının ortasında güneşle birlikte gözlerimizi açtığımız gibi kendimizi balkonda buluyoruz. Böyle bir huzur duygusu yok! Akan bulutların, yağan yağmurun altında fındık bahçeleri, mısır ve fasulye tarlaları. Fehmi bey, ‘Bizim burada fındıkların yarıcısı ayılardır. Sermaye ortağı değildirler ama çok severler, yarısını yerler’ diyor.
Kayalar köyünde Karçal dağları manzarasında Gürcü köylerini izleyerek sohbet ettiğimiz Nuray hanım da ayının komşusunun tüm fındığını yediğini, kendi bahçesine ise dokunmadığını söylüyor. Kışın Bursa’da yazın köylerinde yaşadığını dile getiren Nuray hanım ’Okula gidene kadar Gürcüce konuşuruz. Okulda öğreniriz Türkçeyi’ diyor.
Köyün 1912 yapımı  camisine yol alırken mezarlık kenarlarında kuş yuvası gibi ahşap kutuların içine bayram şekeri bırakıldığını göreceksiniz. Bu geleneğin sebebi gelen misafirlere ikram ve bereket dileği.

Dağların sırtlarından Çoruh’un yanına iniyoruz. Camili (Macahel) köyündeki tarihi camiye yürüyoruz. Cami yerinde ama aynı cami değil!  Daha önce gördüğümüz ahşap işçiliğine ve renklerle bezenmiş iç ahengine hayran olduğumuz yer  yapılan restorasyon nedeniyle tanınmaz halde. Renkler yok olmuş. Geleneksel izler yok olmuş. Huzursuz, mutsuz, küskün ayrılıyoruz.  Maral köyündeki İremit cami yüzümüzün yeniden gülmesini sağlıyor. Orjinal haline henüz dokunulmamış.

Biyolojik çeşitliliğin korunması ve geliştirilmesi için Unesco’nun koruma altına aldığı ve biyosfer rezerv alanı ilan ettiği Macahel’den, Şavşat ve köylerine, yolculuğumuz sürüyor. Konaklayacağımız Laşet motele giderken geçtiğimiz alanlar ormanlardan tarım arazilerine dönüşüyor. Daha düz ve ova olan Şavşat iç içe geçmiş odundan oluşan evleri, meraları, bahçeleriyle büyüleyici. İnsanları konuksever.

11. yüzyılda önemli bir ibadet yeri olan ama şimdi sadece duvarları kalmış Tibet Kilisesini görüyoruz.

 

Gürcü müslümanların yaşadığı Şavşat’ta son gecemiz Disharo yaylasında. Hayvancılığı en çok yapan yerlerden biri hala burası. Disharo yayla evlerinde kalacağız. Burası Balıklıgöle yürüme mesafesinde.  Sanırım en soğuk yayla burası idi. Ağustosun ve yayla sezonunun sonu gelmiş.
Artvin bir cennet. Burada bir adet var. Ağaçların kıl kökü uğur getirsin diye evlere asılıyor. Bu köke her sene bir düğüm ekleniyor. Biz de bir ağacın kökü olup burada düğümlenmeyi hayal ediyoruz.

Fotoğraflar: Ramazan Emiroğlu

Yazı: Nilgün Yanık Emiroğlu